tag:blogger.com,1999:blog-19320104916088418882024-03-14T02:04:36.781-07:00MİLLİYET YAZILARIpinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.comBlogger293125tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-62886286486670886702012-11-01T23:13:00.000-07:002012-11-18T09:59:38.006-08:00BİR ÜLKEDE BİR KİŞİ BİR BİR SAYDI * <div id="divAdnetKeyword3" style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i>Bir duvar var, yıkılmıyor.</i></span><br />
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir şarkı var, duyulmuyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir mesaj var, ulaşmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir dağ var, aşılmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir sevgi var, paylaşılmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir cennet var, gidilmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir dua var, edilmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir rüya var, gerçekleşmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir giysi var, çıkarılmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir kılıç var, kınlanmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir yara var, kapanmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir kitap var, yazılmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir ağaç var, budanmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir söz var, söylenmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir çizgi var, geçilmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir ekin var, biçilmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir kapı var açılmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir barış var, yapılmıyor,</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir hapishane var, boşalmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir ölü var, gömülmüyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir doğa var, sevilmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir göz var, görmüyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir kulak var, duymuyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir yürek var, açılmıyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir kader var, değişmiyor.</i></span></div>
<div>
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> Bir hayat var, yaşanmıyor.</i></span><br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"></span><br />
<b><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><span style="font-size: large;">*</span>Metin Münir'in kovulduktan sonra Milliyet'te yazdığı Veda Yazısı</span></b></div>
</div>
pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-6541880928574049652012-10-31T23:14:00.000-07:002012-11-19T03:11:25.193-08:00Akıllılar kuşku içinde, aptallar emin olursa<div style="text-align: justify;">
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Dünya kifayetsiz muhterislerle doludur ve bunlar her yerde hak etmedikleri konumlardadırlar.<br />Meclis’te, bakanlar kurulunda, bürokraside, askerde, büyük şirketlerde, küçük şirketlerde, üniversitelerde, okul sıralarında... Hayatın her yolunda karşınıza çıkarlar.<br />Her yer “Buraya nasıl gelmiş,” diye şaştığınız, insanlarla doludur.<br />Neden akıllı ve bilgili kişiler alt kademelerde boğuşurken akılsız ve cahiller hızla basamakları tırmanır?</span><br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"></span><br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Geçen gün bir okuyucumdan aldığım iletiden sonra bu muamma çözüldü.<br />İleti Dunning-Kruger etkisinden bahsediyordu... Eminim duymuşsunuzdur.<br />Özetle şu: “Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”<br />Okuyucumdan aldığım, onun da bir arkadaşından aldığı ileti, Dunning-Kruger etkisini şöyle anlatıyordu:<br />“İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine, her şeyin hakkı olduğunu düşünür! Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. ‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür. Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler...<br /><b></b><br />Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü’ davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar...”<br />Özetle, aptallar aptal olduklarının farkına varmayacak kadar aptal, cahiller cahil olduklarının farkına varmayacak kadar cahil oldukları için kendilerini akıllı ve bilgili sanırlar. Bu onları cesaret ve kendine güvenle doldurur.<br />Bilgili olanlar ise yeteneklerinin farkında olmazlar, başkalarının da kendileri kadar bildiğini sanırlar.</span><br />
<span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><br />Cornell Üniversitesi’nde çalışan Justin Kruger ve David Dunning, bulgularını 1999’da açıkladı. Ama kifayetsiz muhterislerin avantajları onlardan çok önceden fark edilmişti.<br />Charles Darwin, 1871’de, “Cehaletin insanın kendine olan güvene yaptığı katkı, çoğu zaman, bilginin yaptığı katkından büyüktür,” diye yazdı.<br />İngiliz matematikçi ve feylesof Bertrand Russel ise 1930’da yazdığı Aptallığın Zaferi adlı denemesinde “Sorunun temel nedeni, modern dünyada, akıllılar hep kuşu içinde iken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır,” tespitinde bulundu.<br />“Gerçek tevazu yeteneklerinin farkında olmamak değil bu yetenekleri doğru biçimde ölçmektir.”<br />Rahmetli İsmet İnönü’nün namuslular ve namussuzlar için söyledikleri değiştirilip şöyle de denebilir:<br />“Bir memlekette akıl ve bilgi erbabı, akılsızlar ve bilgisizler kadar cesur olmadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur.”</span><br />
<br /></div>
pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-58793027915311651402012-10-25T20:24:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.273-08:00Bilgi arttıkça acı da artar<div id="divAdnetKeyword3" style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bazen, söylenmeye değer her şeyin çok eskiden söylendiğini düşünüyorum. Eski Ahit “<i>Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır</i>,” yazıyor. *<br />O zaman da öyleydi, bugün de, yarın da ve her zaman böyle olacak.<br />İhtiras zamanı var, ihtirastan arınma zamanı var.<br />Kazanma zamanı var, kaybetme zamanı var.<br />Biriktirme zamanı var, dağıtma zamanı var.<br />Alma zamanı var, verme zamanı var.<br />Ağırlaşma zamanı var, hafifleme zamanı var.<br />İlerleme zamanı var, durma zamanı var.<br />Baş kaldırma zamanı var, kabul etme zamanı var.<br />Gürültü zamanı var, sessizlik zamanı var.<br />Kalabalık zamanı var, tenhalık zamanı var.<br />Birliktelik zamanı var, yalnızlık zamanı var.<br />Büyük işlerin zamanı var, küçük işlerin zamanı var.<br />Kitap satın alma zamanı var, kitap dağıtma zamanı var.<br />Ütülü pantolon zamanı var, paçaları çamurlu pantolon zamanı var.<br />Boyalı ayakkabı zamanı var, boyasız ayakkabı zamanı var.<br />Yağmurdan kaçma zamanı var, yağmur bekleme zamanı var.<br />İnsanlar hiç değişmedi ve hiç değişmeyecek. Sıradan olanlar yeteneklilerin omzuna basıp yükselecek. Haris olanlar iyi niyetli olanların önüne geçecek. Kötüler cezalandırılmayacak, iyiler ödüllendirilmeyecek. Dünya yumuşak başlılara miras kalmayacak. Eşkıya dünyaya hükümdar olacak.<br />Eski zamanların görmüş geçirmiş kişileri biliyordu: “<i>Önce ne olduysa, yine olacak</i>,” dediler. “<i>Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak. Güneşin altında yeni bir şey yok</i>.”<br />Bütün uğraşmalar boşunadır: “<i>Kendimi bilgi ve bilgeliği, deliliği ve akılsızlığı anlamaya adadım</i>,” dediler. “<i>Gördüm ki, bu da yalnızca rüzgârı kovalamaya kalkışmakmış. Çünkü çok bilgelik çok keder doğurur, bilgi arttıkça acı da artar.</i>”<br />Lefkoşa’da, surlar içindeki Şandris lokantasının duvarında, “<i>Sadece akılsızların saati hiç durmadan çalışır</i>,” yazar.<br />Saatin peşinde koşma zamanı var, saati yavaşlatma zamanı var, saati durdurma zamanı var.</span><br /> <span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">* http://www.bibleserver.com/text/TR /Vaiz1</span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-25259477606073966422012-10-23T21:37:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.244-08:00Bilgisayarın ölümü ve canlanışı<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Hayatta kendime öğrettiğim derslerden biri, kaybolan şeylere, can değilse, üzülmemektir.<br />Boşanmalar, yer değiştirmeler, ekonomik krizler, arkadaş kazıkları, savaş; maddi durumumun kâr hanesinde yazılı birçok şeyin zarar hanesine geçmesine neden oldu. Evler, kitaplar, bugün yanına bile yanaşmam mümkün olmayan tablolar, halılar, kristal bardaklar, antikalar; hata, yanlış seçim ve şanssızlık çığlarının altında kaybolup gitti.<br />Umurumda bile olmadı, açık söylemek gerekirse. <br />Belki, karakter olarak, maddiyata fazla önem vermememin bunda rolü var. Maldan mülkten vazgeçmek, kazancımı kendime değil sevdiklerime harcamak bana zor gelmiyor. Bu nedenle muhtemelen hayatım düşkünler evinde sona erecek, ama, ne demişler? Kişiliğin neyse kaderin odur.<br />Ölürken yanında götüremediğin hiçbir şey senin değildir. Ha önce kaybetmişsin, ha sonra.<br />Geçen hafta, daha bir yılını doldurmamış olan MacBook Pro’m çökünce, kendi kendime, “Hadi gözün aydın, bu defa da yazdıklarını kaybediyorsun,” dedim. <br />Hard disk bozulmuştu ve değiştirilecekti. Ama hafızadaki yazıların kurtarılıp kurtarılmayacağı kesin değildi.<br />Yazdığım birçok şey bilgisayar dışında başka bir bellekte duruyordu.<br />Başlamış olduğum ama muhtemelen hiçbir zaman bitiremeyeceğim kitap dahil, yazmakta olduğum birçok şey yedeksizdi. Bilgisayarın yeni olduğu için çökmeyeceğine olan güvenim biraz fazlaydı galiba. Yazdıklarım geri kazanılamazlarsa bir daha yazılabilir miydi? Sanmıyorum.<br />Sonunda Apple servisi mükemmel bir iş yaptı. Hard disk’i bedava değiştirdi ve belleğindeki bilgileri kurtardı.</span><br /><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><br />Geçen gün, sonbaharda sarı çiçek açan ağacın altında otururken, beş on metre solumda, incirin altından gelen bir çırpınma, boğuşma sesi duydum. Kalkıp sese doğru yürüyünce çöreklenmiş bir yılan gördüm. Bir tarla faresi yutuyordu. Fare sağa sola dönerek kurtulmaya çalışıyordu ama bu imkânsızdı. Sadece ön ayakları ve başı dışarıda kalmıştı. Yılan yavaş yutkunmalarla yutmaya devam ediyordu. Başını çevirip yılana bakıp duruyordu farecik.<br />Kedi Limon, yılanın önünde oturmuş, benim gibi, besin zincirinin bu gaddar işleyişini izliyordu. Yılan fareyi öldürürken, o da yılanı öldürmeye çalışıyordu. Duyduğum ses kedinin tırnaklarına hedef olmamaya çalışan yılanın kuru yapraklarda çıkardığı sesti.<br />Limon, karnında kocaman bir fare bulunduğu için hızlı hareket edemeyen yılanı eninde sonunda öldürecekti. <br />Bağırarak onu oradan kaçırdım ve yerime döndüm. Farenin, bataklığa düşen insan gibi yılanın ağzında yavaş yavaş kayboluşunu izlemek istemiyordum.<br />Demek istediğim bu işte. Kayıp dediğin farenin uğradığı. Bununla karşılaştırınca, sahip olduğun şeyler... İçinde birkaç gece geçirdiğin bir otel odası gibi. Ama, belki, bunu anlamak için kuyruğu biraz hayat denilen yılana kaptırmak gerek.</span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-43081838103823575112012-10-20T06:15:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.260-08:00Türkiye sıra değil kitledir<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Türk Hava Yolları’nın havaalanındaki bilet gişesinin önünde bir kişi vardı. Arkasında kuyruğa girdim.<br />Az sonra aralarında konuşan iki erkek, telaşla geldi. Ceketli kravatlı olanın elinde bir e-bilet vardı. Diğeri, asık suratlı ve hödük tavırlı olanı, onun refakatçisi olmalıydı. Kravatlı olanı solumda ve biraz arkamda durdu. Hödük, gişede işini görmekte olan kişinin sağında, benim önümde mevzilendi.<br />Bu şekilde bir kütle meydana getirdik.<br />Eğer bir veya birkaç kişi daha gelirse, kimin kimin arkasında olduğunu bilemeyecekleri için kendilerini rastgele kütleye ekleyecekler. Sıraya girme kültürü veya eğilimine sahip olsalar bile, sıraya giremeyecekler çünkü kimin arkasında duracaklarını bilemeyecekler. Çünkü sıra yok. Kütle var.<br />Onlardan sonra gelenler de sıraya giremeyecekleri için kütle büyüyecek. Kütle ile birlikte kargaşa da büyüyecek.<br />Bu olgu bir hipotez oluşturuyor: Genel bir kural olarak, bir mal veya hizmetin sıra ile satıldığı mekanlarda Türkler sıra meydana getirmez, kütle meydana getirir. <br />“Sıra kültürü olmaması”, terbiyesizlik, saygısızlık veya hödüklüğün bu olguda baş rol oynamadığını sanıyorum. Her ne kadar bunlar kişi bazında etkili olsa da.<br />Bence esas neden güvensizliktir.<br />Kişi, sıraya girerse, verilen mal ve hizmetin sıraya göre verileceğine, adil bir şekilde dağıtılacağına güvenmediği için sıraya girmek istemez. Ya gişedeki kayırmacılık yapacaktır, diye düşür. Ya birileri sırayı bozacaktır.<br />En iyisi, mümkün olduğu kadar gişeye yakın bir yerde durmak, hem gişedekini hem de sıradakileri denetlemektir.<br />Gişeye yakın olmanın ek bir avantajı da var. Memurla göz teması kurup “İşimiz çok acil, bi zahmet...” falan denebilir. Bu şekilde bir başkasının yapacağı veya yapmayı düşündüğü kesin olan şeyi yapmak için stratejik avantaj elde edilir.<br />Bir de, kütle yaparsan sıranın kimde olduğu kesin olmaz. Bir numara ile daha önce gelenlerin önüne geçilebilir.<br />Türkiye, yeryüzünde, insanların birbirine en az güvendiği üç ülkeden biridir. Türkiye’de insanların yaklaşık onda biri genelde insanlara güvenebileceğini söylerken, İskandinav ülkelerinde bu oran yüzde 80’ler civarındadır.<br />Bu bilgi de ikinci bir hipotezin oluşmasına yol açıyor:<br />Sıra düzen demektir. Kitle kargaşa demektir. Türkiye’de insanlar birbirine güvenmedikleri, haklarına saygı duyulacağına inanmadıkları için sıraya girmek istemez. Sıraya girmemek, yani düzen yerine kargaşayı seçmek, yaygın bir eğilimdir. Birçok alanda, değişik şekillerde tezahür eder.<br />Bu nedenle, Türkiye bir sıra değil bir kitledir.<br />Bu nedenle trafiği, mahkemeleri, eğitimi, değişik mezhep ve ırklara mensup kişilerin arasındaki ilişkileri düşünün, Türkiye’ye düzen değil kargaşa hakimdir.<br />Bilmiyorum bana katılıyor musunuz?<br /><b>NOT</b>: Ölü Mcbook ve ebediyen kaybetmek. Bu konudaki yazımı çarşamba günü okuyabilirsiniz.</span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-14807234397542199772012-10-18T20:36:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.238-08:00Bilgisayarın (hıçkırma!) ölümü<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Apple dizüstü bilgisayarım pazar günü yavaşlamaya başladı.<br />Pazartesi yavaşlamaya devam etti.<br />Salı günü “Sana doyum olmaz,” deyip öbür dünyaya göç etti. Kucağımda öldü derler ya. Aynen öyle oldu.<br />Ölüm şu şekilde meydana geldi. Ekran siyah oldu. Üzerinde beyaz hurufatla, Einstein’ın E=mc2 formülünün açılımını andıran kelimeler ve sayılar belirdi. Feci bir şeylerin olmakta olduğunu veya olmuş olduğunu anlamak için Steve Jobs olmaya gerek yoktu. Ekranın sağ üst başından başlayıp düşen bir uçak gibi aşağıya akan kelime ve rakamlardan ilkinin “panic” (panik) olması ne olup bittiğini gayet güzel anlatıyordu.<br />Ekranın ortasında da bir kutu belirdi. Kutuda, beş-altı dilde, güç düğmesine basıp bilgisayarı kapat, aynı düğmeye basıp aç komutu bulunuyordu. Bilgisayarı, herhangi bir sonuç almadan, epey açıp kapadım. Sonra, kadere boyun eğdim. Felek, en sevgili sevgiliden bile fazla kucağımda vakit geçiren 13 inçlik McBook’umdan beni ayırmıştı. Beraberliğimizin daha ilk yılı bile (hıçkırma!) dolmadan.<br />Bir virüse mi kurban gitmişti? Bir saldırıya mı? Bir imalat hatasına mı? <br />Ertesi gün, yani çarşamba, cesedi çantaya koyup otopsi için Apple hastası bir arkadaşımın önerdiği Apple dükkanına gittim. Çantayı açıp maktulü masanın üzerine uzattım. Güç düğmesine dokundum. Siyah sayfa yeniden açıldı.<br />“Tamam,” dedi bilgisayarcı böyle sayfaları çok görmüş bir insan edasıyla. “Hard disk’te bir sorun var. Bırakın, açıp baktıktan sonra size haber vereceğim.”<br />Uzun etmeyeyim. Hard disk, benim de tahmin ettiğim gibi, vefat etmiş. Yenisi ile değiştirilecekmiş. Bu arada hafızasındaki yazıları kurtarmaya çalışacaklarmış. Kurtarıp kurtarmayacaklarını yarın (cuma) öğreneceğim.<br />Ümitli miyim? Hayır? Neden? Çünkü ümitli olmamak kişiliğimin temel taşlarından biridir. Hatta temel taşı. Çekin o taşı, beni ümitli yapın, kişiliğim benim MacBook Pro gibi kucağınızda can verir. İyimser bir Metin Münir. Brrrr. Düşünemiyorum.<br />İyi de bütün bunları size neden anlatıyorum?<br />Aynı anda dört-beş, bazen altı-yedi köşe yazısı yazarım. Çünkü yazı günüm geldiğinde, Veresiye Veren Adam gibi, “Tanrım bugün ne yazayım,” diye başımı kaşımak istemem. Yazılar değişik bitmişlik düzeyindedir. Yazı günü gelince bunlardan birini seçer, sonsuz defa gözden geçirir, 'Send' düğmesine basarım.<br />Bilgisayarımın, daha dün annemizin kollarında yaşarken bugün mort olacağı aklıma gelmediği için bu yazıları yedeklemek de aklıma gelmedi, ne yazık ki.<br />Dünyada bir insanın yapabileceği çook sıkıcı şey var. Bu sıkıcı şeyler arasında en sıkıcı olanı yazıp bitirdiğin bir yazıyı yeniden yazmaktır. Bugün yayımlanmak için yazdığım yazı mevta olmuş hard diskin karanlıklarında kayıp bir ruh gibi dolaşırken onun yerine bu yazıyı yazdım.<br />Yarın ne olur? Açık konuşmak gerekirse, hiçbir fikrim yok. Ya hard diskteki hafıza kurtarılır ve depoladığım yazılarıma geri dönerim. Ya da... Bilemiyorum artık. Yarın hep birlikte öğreneceğiz.</span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-11076408519651314412012-10-12T18:43:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.233-08:00Ve ölümün hükmü geçmeyecek<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Geçenlerde yazmaya hazırlandığım bir yazı için araştırma yaparken Dylan Thomas’ın uzun zamandan beri okumadığım bir şiiri çıktı karşıma.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">İçki bağımlılığı yüzünden otuz dokuz yaşında (1914 – 1953) ölen Galli şairin en ünlü iki şiirinden biri idi karşılaştığım.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">"<i>Do not go gentle into that good night - O güzel geceye tatlı tatlı teslim etme kendini.</i>” Ya da ona benzer bir şey.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Şiiri, yaşlı, ölümün eşiğinde olan babası için yazmıştı. Ölüme direnmesini, isyan etmesini, karşı durmasını istiyordu. O güzel geceye efendi efendi teslim olmamalıydı.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Şiiri yazdıktan iki sene sonra kendi teslim olacağını nereden bilebilirdi.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Uzun zamandan beri okumadığım şiiri susuz kalmış gibi okudum. Sonra bundan da daha çok sevdiğim, belki de Dylan’ın en ünlü şiiri olan And Death Shall Have no Dominion’unu okudum. Ve Ölümün Hükmü Geçmeyecek.</span></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> <i>... Dirseklerinde ve ayaklarında yıldızlar olacak;</i></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i>Delirmiş olsalar bile akıllanacaklar, </i></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i>Denizin dibine batmış olsalar bile çıkacaklar, </i></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i>Aşıklar kaybolsa bile aşk kaybolmayacak; </i></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i>Ve ölümün hükmü geçmeyecek.</i></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><i> </i> </span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Dylan’ın şiirlerini anlamak, analiz etmek İngilizler için bile zordur. Bilinmeyen veya sadece edebiyat akademisyenlerin çözdüğü veya tahmin edebileceği atıflar içerirler. Ve tam olarak anlaşılması belki de olanaksız deyimler, cümleler.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Sorulabilse, üzerinden yıllar geçtikten sonra, belki o bile ne demek istediğini tam hatırlamayacaktır. “Ne demek istemişim,” diye kendine soracaktır.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bunlar şiirlerin güzelliğinden bir şey götürmez, ama. Bir şeyi tam anlamıyla sevmek, tam anlamıyla anlamaya bağlı olsaydı hiçbir kadına (veya erkeğe) aşık olunamazdı.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Zaten, dünyada tam anlamıyla anlaşılabilen ne var?</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Şiiri anlamaya çalışırken yaptığım araştırma sırasında ilginç bir site keşfettim. Sitede, Thomas'ın şiirinin İngilizce orijinali, ve Talat Halman, Bülent Ecevit, Ülkü Tamer, Şehnaz Tahir, Vehbi Taşar, Recep Nas, Öykü Didem Aydın tarafından yapılan çevirileri vardı.* Okuyunca, bütün çevrilerin eksikler, yanlışlar, orijinalinde olmayan anlam yükleriyle dolu olduğunu gördüm.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Nasıl olmasın? Batı kültüründe doğmamış, dini Hıristiyan olmayan, İncili iyi bilmeyen kim, bu şiirde, başlık dahil bir çok şeyin o kutsal kitaptan alındığını bilebilirdi? Eskiden beri şiirin çevrilemez olduğunu düşünürüm. İlle de çevrilecekse, en pratik yöntem kafiyeleri falan unutup düz çeviri yapmaktır. Ve bu işi yabancı dili mükemmel olanlara bırakmak.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Demek istediğim, yazılışından nerdeyse 80 yıl sonra bu şaheser hala çevirmenini arıyor.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Çok isterdim ama bu, herhalde, ben olmayacağım.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Ve ben, zamanı geldiğinde, o güzel geceye tantana koparmadan teslim etmek niyetindeyim kendimi. Tatlı tatlı veya başka türlü.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">*http://yorumokuyorum.blogcu.com/dylan-thomas-and-death-shall-have-no-dominion-ey-olum/6999964 </span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-34973116068776443342012-10-05T18:56:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.251-08:00Hafif olması gereken yüreğim ağır<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><strong>OZANKÖY</strong><br />Anayoldan, artık pek kullanılmayan eski sahil yoluna sapmamış olsaydık küçük beyaz balıkçılları göremeyecektik.<br />Küçük bir koyda, karaya yakın, koyu, cilalı kayaların üzerinde oturuyorlardı. Dokuz on tane vardılar. Hemen arabayı durdurdum ve motoru söndürdüm. Tedirgin, kalkar gibi olan kuşlar yerlerine döndü. Yüzlerini ufka çevirdiler ve insanların becermesi artık mümkün olmayan bir sabırla, kıpırdamadan durdular. Benim göremediğim şeyler görüyorlar, benim düşünmediğim şeyler düşünüyorlardı. Ama ne?<br />Bugün birbirimizi anlamıyoruz ama, belki, öldükten sonra, ruhlarımız aynı dili konuşacak ve onlarla sohbet edip kainatın bu sulak bahçesinde küçük beyaz bir balıkçıl olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenebileceğim.<br />İnce bacaklı, kar beyazı bu mucize yaratıkları seyretmek harika bir şeydi. Nasıl bu kadar güzel olunabiliyordu? Ve neden?<br />“Çok şanslıyız,” dedim yanımda oturan arkadaşıma. Ekledim: “Kuşlar insandan korkarlar ama arabadan korkmazlar. Nedense.”<br />Onun, İstanbul’daki evinin mutfağında, bir muhabbet kuşu var. “Başımı, burnumu neredeyse tellere değecek kadar yaklaştırıyorum, kaçmıyor,” dedi. “Ellerimi uzattım mı kafesin en arkasına kaçıp panik sesleri çıkartıyor.”<br />Bir süre balıkçılları izleyip kuşların esrarengizliğini düşündük. Sonra motoru çalıştırdım, kalkıp uzaklaştılar, yola devam ettik.<br />Onları görmek otomobildeki keyfi yükseltti, gölgeleri kaldırdı, en son kaybolan şeyin ümit olduğunu hatırlattı.<br />Yanımdaki kadın çok eski bir arkadaşımdı. Kocasını birkaç yıl önce El Kaide’nin yaptığı bir suikastta kaybetti. Yaşgünü armağanı olarak onu Karpaz’da küçük bir motele götürüyordum.<br />Bulutlu bir gündü. Uzaklardan gök gürültüsü geliyordu. Bir yerlere son baharın ilk yağmuru düşüyor olmalıydı. Bir ara çiseledi ama arabanın camlarını kirletmekten başka bir iş başaramadı. Yaz gitmeye çalışıyor gidemiyor, sonbahar gelmeye çalışıyor gelemiyordu.<br />Az sonra sahilde kum zambaklarının çiçek açmış olduğunu fark ettim.<br />“Görüyor musun,” dedim, orasını işaret ederek.<br />“Evet,” dedi. “Her taraf çöp dolu. İğrenç.”<br />“Çöpleri değil. Çiçekleri görüyor musun?”<br />Bir süre baktı. “Evet, şimdi gördüm. Ama neden bu kadar çok çöp var?”<br />“Burada oturan Türkler kuzey Ak Deniz’in en pis insanlarıdır. Burası Kuzey Kıbrıs Çöp Cumhuriyeti’dir. Lütfen, neden diye sorma. Günümü berbat etme.”<br />Çok geçmeden azalmış, yorulmuş, yıldırılmış ama hala güzelliğini kaybetmemiş yerlere geldik. Sonra Balalan’ın yanından burunun güney kısmına geçtik ve kıyıdaki motele vardık.<br />Arkadaşım odasına çekildi. Mayomu giyip denize girdim. Gene çiseliyordu. Yüzerken, denizin üstünde, bulutların önünde, bir gökkuşağı belirdi. Gireni, çıkanı olmayan bir kapı. Az sonra ona paralel bir gökkuşağı daha çıktı. İlk defa ikiz gökkuşağı gördüm.<br />Deniz, tepeler, gökyüzü, bulutlar, gökkuşağı, esintideki hoş koku... Dünya nasıl bu kadar güzel olabiliyordu? Bu güzellik nasıl bu kadar az fark edilebiliyordu? Nasıl bu kadar büyük bir umursamazlıkla tahrip ediliyordu?<br />***<br />Hafif olması gereken yüreğim ağır çünkü kat ettiğim yol anılarla dolu. Denizden su ile birlikte onun da sesi geldi. Kumlardan çiçeklerle beraber o da çıktı. Yolun sağında uzayan dağ birlikte yürüdüğümüz ve bir gün yürümeyi düşündüğümüz patikalarla dolu. Yağmurlar düştüğünde Kantara kalesine giden yolda açacak olan siklamenler birçok defa bizi beraber gördü. Susuz bir derenin ikiye böldüğü, ekin dolu vadiye bakan tepedeki laleler her ilkbaharda geleceğimizi bilir.<br />Hafif olması gereken yüreğim ağır.</span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-89571488803607064682012-09-30T08:49:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.300-08:00Karanlık günler için aydınlık sözler<ul><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Tanrının, ümidi yarattığı gün ile ilkbaharı yarattığı gün muhtemelen aynıdır. <i>Bern Williams</i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Bahçe bahçıvanın ektiğinden fazla şeyler verir. <i>İspanyol atasözü </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Bahçeme buyurmaz mısınız? Güllerim sizi görsün istiyorum.<i>Richard Sheridan </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Sevilen yaşlı bir adam çiçek açmış bir kıştır.<i>Edgar Z. Friedenberg </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Harcamaktan keyif aldığınız zaman boşa harcanmış zaman değildir. <i>Bertrand Russell</i> </span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Bir çocuğun şarkı öğrenmekten daha kolay öğrendiği bir şey var mı? <i>Anonim</i> </span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Çocuklar gülümsemeyi anne babalarından öğrenir. <i>Shinichi Suzuki </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Eninde sonunda, kazananlar, kazanacağına inananlardır. <i>Richard Bach </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"> Öğretme sanatı, genç akıllarda var olan doğal merakı, bilahare tatmin etmek amacıyla, uyandırmaktır. <i>Anatole France </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Birinci en iyi meslek şarkı yapmaktır, ikinci en iyi meslek söylemek. <i>Hilaire Belloc </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">İncelenmemiş hayat yaşamaya değmez. <i>Sokrat </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">İnsan, çoğu zaman, kaderi ile yüzleşmemek için yolunu değiştiğinde kaderi ile burun buruna gelir. <i>Fransız Atasözü </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">İyi yürekli olmak insanları hak ettiklerinden fazla sevmektir. <i>Joseph Joubert</i> </span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Ağaç dikmek kendinde başkalarını da sevmek demektir. <i>Thomas Fuller</i> </span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Eğitimin amacı boş bir kafanın yerine açık bir dimağ koymaktır. <i>Malcolm Forbes </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">İnsan aletlerinin aleti oldu. <i>Henry David Thoreau </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Ne kadar uzun yaşarsan yaşa, yaşlanma. <i>Albert Einstein </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Çok erken yaşlanırız, çok geç akıllanırız. <i>Pennsylvania atasözü </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bilgeliğe üç yoldan ulaşabiliriz: (1) Düşünerek. Ki en asili budur. (2) Taklit ederek. Ki en kolayı budur. (3) Tecrübeyle. Ki en acısı budur. <i>Anonim </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Düşünülebilen her şey açık düşünülebilir. Söylenebilen her şey açık söylenebilir. <i>Ludwig Wittgenstein </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bir şey söylemek istediğin için yazmazsın. Söyleyecek bir şeyin olduğu için yazarsın. <i>F. Scott Fitzgerald </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Eğer çukurda isen kazmaya devam etme. <i>Will Rogers </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Keşfin önündeki en büyük engel cehalet değildir. Biliyorum sanmaktır. <i>Daniel J. Boorstin </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Akıl yakılacak bir ateştir, doldurulacak bir kap değil. <i>Plutark </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Akıl, düşündüğünde, kendi kendine konuşmaktadır.<i>Plato </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Düşünmek en zor iştir. Bu mesaiye girişen çok az kişi olması bu yüzdendir. <i>Henry Ford </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">“Yapılamaz,” diyen yapmaya çalışana mani olmasın. <i>Çin atasözü </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Yalanla kedi arasındaki fark kedinin sadece dokuz canı olmasıdır. <i>Mark Twain </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Özgürlük iktidarı paylaşmaktır. <i>Çiçero </i></span></li><li><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Eğer dürüstseniz geriye kalan hiçbir şey önemli değildir. Eğer dürüst değilseniz geriye kalan hiçbir şey önemli değildir. <i>Alan Simpson</i></span></li></ul>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-66756672680212811622012-09-21T17:03:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.283-08:00Azat bezat, beni gözet<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><span style="color: white;"><strong>Ozanköy</strong></span><br />Gün batımına doğru denize girdim, her zaman yüzdüğüm yere kadar açıldım.<br />Ayaklarımı çırparak olduğum yerde dönerken ve halime şükrederken, bir kuş, birkaç metre ileride, suyun üzerine indi ve kalktı. Serçeden küçük, karnının altında sarı, mat çizgileri olan bir kuştu. Balık mı avlıyordu? <br />Buralarda bazen gördüğüm, çılgın mavili yalıçapkınlarından değildi. Balık avlayamayacak kadar küçüktü, sanki. Gene suyun üzerine indi, kalkmaya çalıştı, birkaç santim yükseldikten sonra oturdu ve az durduktan sonra çırpınmaya başladı. Kanatları ıslanmış ve kalkamıyor olabilirdi. Belki uçuş acemisi bir yavruydu. Boğulabilirdi.<br /><br />Yüzüp avucumu suya daldırdım ve kaldırıp onu avucuma aldım. Suya atladı. İkinci denemede başardım. Parmaklarımın ucunda durdu. Sağ ayağını baş parmağımla işaret parmağım arasında hafifçe sıkıştırdım. Ama, sanki, onu kurtarmaya çalıştığımı anlamış gibi, çırpınmayı bıraktı. Hareket etmeden, hafif ve sıcak, ellerini arkasına kavuşturmuş kaşif bir kaptan gibi, yüzü karaya dönük, avucumun içinde durdu. Kayalıklara doğru yüzdüm. Oradan genç bir çift suya iniyordu. Suyun üzerindeki elimde kuş olduğunu gördüler.<br />“Yardım edeyim mi?” diye bağırdı adam.<br />“Evet!”<br />Hızla bana yüzdü. Kuşu ona verdim. Avcunda kuş, kayalığa çıktı. Yerden havlusunu aldı. “Kurulamaya çalışıyorum,” diye bağırdı. Havluyu çadır gibi yapıp kuşu altına yerleştirdi. Denize geri döndü. Konuşmaya başladık. Koya yakın oturuyorlarmış.<br />“Rejim yapıyoruz,” dedi kadın. “Biraz da yüzelim dedik.”<br />Ana yol üzerindeki bir dükkanda petshop çalıştırıyorlarmış.<br />“Eve gidinceye kadar kanatları kurur. Onu avluda serbest bırakırız,” dedi adam.<br />“Yarın dükkana gelip rapor alırım.” <br />Eve gidince doğacı dostum Süha Umar’ı aradım. Kuşu tarif edince “İskete,” dedi. “Üç cinsi var. Seninki küçük iskete olmalı. Göçmendir ama kışı senin oralarda geçiriyor da olabilir.”<br />Cinsi ne olursa olsun, bir kuşu ölümden kurtarmıştık.<br /><br />Amerikalıların uzaya fırlattığı “Voyager Bir” adlı uydu, 34 yıldan beri, güneş sisteminin dışına çıkıp yıldızlararası alana girmek için yolculuk yapıyor. Bugüne kadar 18 milyar kilometreden fazla yol kat etti. Bir tek kuşa rastlamadı. Belki de rastlaması için kainatın sınırına (öyle bir sınır varsa) kadar gidip buraya geri dönmesi gerekir.<br />Kimilerine göre kainat hayat kaynıyor. Ama kaynıyor olsa bile, yıldızlar ve yıldızların içinde döndüğü karanlıklarla karşılaştırıldığında, hayat kozmostaki en ender şeydir. Her canlı değerlidir.</span><br /><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;"><br />Ertesi gün kuşun götürüldüğü petshop’a uğradım. “Dün eve geldiğimizde karanlıktı. Onu bir kafese koyduk. Bugün bırakacağız,” dedi plajdaki kadın.<br />Aklıma eski günler geldi. Çocukluğumda, kuş veya başka bir yaratık yakaladığımızda, büyükler bunun günah olduğunu, onları serbest bırakmamız gerektiğini söylerlerdi. “‘Azat, bezat, cennet yolunda beni gözet,’ de, bırak gitsin.”<br />Suyu içilebilen dereler, kuş dolu gökler, zehirsiz meyveler ve hormonsuz sebzeler gibi bu söz de kayboldu.<br />Benim için değil, ama.</span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-12195737922470219432012-09-15T08:18:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.234-08:00Zeki kadın, estetikli kadın<div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bir süre önce “Zeki erkek, seksi mi?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazının, çoktan çöp tenekelerinde kaybolduğunu sanırken, 48 yaşında olduğunu söyleyen bir kadından şöyle bir not aldım:</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">“Bir erkeği en çekici kılan özelliğin (zeka) olduğunu düşünürüm. Kadınla erkek arasındaki gizemli ilişkiyi daha çok üreme, soyun devamı gibi nedenlerle açıklayan sosyal Darwinizm’e göre zeki erkek aynı zamanda sağlıklı, genleri güçlü erkektir. Zeki erkeği tercihte kadın için pragmatik bir yön olabilir.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Her ne olursa olsun, zeka ve bilgiye, hayatı öğrenmeye, yorumlamaya ilişkin merak, sanırım, en belirleyici ve temel etken, kadının erkeği tercihinde.”</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Ve sordu: “Peki, zeki kadının durumu ne dolaylardadır?”</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Bu soruya şu cevabı verdim:</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">“Zeki kadınla birlikte olmak harikadır. Aptal (ve cahil) bir kadınla olmak cehennemdir. Ama, açık konuşmak gerekirse, kadının sadece zeki olması yetmez, biraz da güzel ve kadınsı olmalı. Nasıl kadın çocuğuna bakacak zeki, güçlü, eve ekmek getiren bir erkek isterse, erkek de ona güzel ve sağlıklı çocuk verecek, geniş kalçalı, iri göğüslü bir kadın ister. Doğa tuzağını böyle kurdu.”</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Sonra, şimdi hatırlayamadığım bir nedenle, konu estetik ameliyata geçti.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">“Çok küçük göğüsleri olan bir kız arkadaşım vardı,” diye yazdım. “Bir gün onu iri memelerle gördüm. Neden yaptın, diye sordum. ‘Bir odaya girdiğimde herkes bana baksın istiyorum,’ dedi. Benim için, onu seksi yapan küçük göğüsleriydi oysa ve olduğu gibi olması. Çarpıcı bir güzellikte olmasa bile, benim için çok güzeldi. Bir tipti. Bunu anlamadı. Benim için çok çekici olan gözlüklerini de attı. Başka taraflarını da düzelttirdi.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Dün denizde bir kadın gördüm ve bu uzun zamandır düşündüğüm bir şeyin yeniden aklımın ön tarafına geçmesine neden oldu.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Hiç kimse fizik olarak mükemmel değildir ve hatta olmamalıdır. Doğada mükemmellik yoktur. Bu kadın tombuldu. Bacakları kalındı. Küçük bir göbeği vardı. Göğüsleri de küçüktü. Ama benim için müthiş seksi idi.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Herkes birileri için çekicidir</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Güzel olmakla çekici olmak arasında fark var. Kim için kimin çekici olduğu da hiç çözülmeyecek bir muammadır. Her erkekte çekici bir kadın, her kadında çekici bir erkek şablonu var bence ve bu herkes için değişiktir. Bu nedenle, herkes, birileri için çekicidir: Çirkin de çekicidir, şişman da, yaşlı da.”</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Okuyucumun cevabı şu oldu:</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">“Kendilerini estetiğin donukluğuna ve sahteliğine bırakan kadınlar (ya da erkekler) aslında onları özgün ve tekil yapan bir şeylerden sonsuza kadar vazgeçiyorlar.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Matematiksel bir şekilde açıklayabileceğimiz, ölçülere oturtabileceğimiz bir şey değil, çekicilik.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Dergilerdeki manken kızların görünüşünün ideal olduğu anlayışına kapılan her insan, muhtemelen bir yerlerinin eksik ya da çirkin olduğunu düşünüyordur. İronik bir şekilde, aynı anda bu özellikler, biraz göbek, ufak göğüsler, büyükçe bir ağız, bir başkasına bilinmez bir şekilde çekici gelecek.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Yüzde yüz mükemmelliğe izin vermeyen doğa da sanırım benzer bir şeyleri söylüyor bize: Mükemmellikte sanki eksik bir şeyler var, başı sonu belli olan, biraz sıkıcı.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Sanırım Proust’tu, klasik anlamda güzel kadınların hayal gücü eksik erkeklere bırakılması gerektiğini söyleyen.”</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">Ne diyorsunuz?</span></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-78296426679262574872012-09-08T00:33:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.291-08:00Eylül<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Akşamüzeri batmakta olan güneşin bahçeye uzattığı gölgelerden anlıyorum mevsimin değişmekte olduğunu.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Güneş, iki gölge arasında upuzun yatıyor, uykuda, canlı bir yaratık gibi. Çok geçmeden gölgeler yorgan gibi üstünü örtecek, sonra hepsinin üzerine de karanlık serilecek.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bir sessizlik var. Sonbahar, nedense, hep sessiz gelir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Günler kısalıyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ağustosböceklerinin ötüşü kesildi. Serçeler saçakların altındaki yuvalarına dönüyor. Turistler kuzeye, kuşlar güneye göçtü. Arı kuşlarının, kırlangıçların seslerini duymuyorum artık.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Geceleyin dağdan gelip perdeleri içeri üfleyen rüzgar serin.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Av mevsimi açıldı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İrisler topraktan dışarı çıkmaya başladı. Portakallar, limonlar, mandalinalar koyu yeşil, hızlı hızlı su topluyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Abdullah, kazana odun doldur, ateşi de hazırla,” diyeceğim günler yaklaşıyor. </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bitki çayları. Fangrili çorba günleri. Kaşmir çorap geceleri. Sandıktan çıkan yorgan. İlk kazak. Geceleyin üşüyerek uyanmak ve kalkıp, ilk defa, pencereleri açmak yerine kapatmak.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yakında, kucağımda bilgisayar yazı yazarken veya çay yaparken, düşen yaprakların süpürülmesinin sesini duyacağım.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Uzun geceler için yeni kitaplar ve DVD’ler ısmarlamalıyım.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Salonu boyattım, resimlerin yerini değişirdim. Alt katın yola bakan ve hep kapalı olan panjurları artık gece gündüz hep açık. Işık odaları genişletti.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Acaba ilk yağmur ne zaman yağacak? Acaba geçen seneki kadar çok yağmur olacak mı? Kuyu gene su dolacak mı? Bitkiler, sessiz çığlıklar atarak, hareket etmeden dans edecek mi?<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bin sene yaşasam yağmurun arkasından patlayan yeşilliğin, çam iğnelerinin ucuna dizilen yağmur damlalarının, süratle büyüyüp açılan çiçeklerin, toprak kokusunun, anemonların ve siklamenlerin, koparılmaya hazır mandalina ve yafa portakallarının güzelliğine doyamam.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Neden dünya bu kadar güzel iken bu kadar mutsuzluk var? Neden bu düzen böyle kuruldu? Çünkü kaynaklar kıt ve doğa en güçlünün tarafını tutuyor. Doğanın kitabında hak, hukuk, eşitlik, mutluluk yok. Üremek ve çoğalmak var. Bilinmesi mümkün olmayan bir nedenle, kainatın bu gezegeni, canlıların içinde hapis olduğu bu bostan, hep yeşil, güzel ve dolu olmalı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Akşamüzeri, ilk defa, denizde benden başka kimse yoktu. Süt mavisi gökyüzünün altında su uyuyordu. İçeri açılınca boş limandan açılan bir balıkçı teknesi gördüm. Uzaktaki bir kotra suyun üzerinde unutulmuş beyaz bir bone gibi duruyordu. Karşıdan büyük başlı bir kuşa benzeyen büyük, kül renkli bir bulut belirdi. İzlerken, kim bilir hangi fizik kuralının etkisiyle, dağıldı, küçük parçalara bölündü.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Sonra, sahile yaklaşırken yirmilerinde, küçük bikinili, tombul bir kadının sağımdaki kayalardan usulca suya girdiğini gördüm. Küçük bir göbeği vardı. Kayalardan denize kolay girilen yeri bilememesinden buraya ilk defa geldiğini anladım. Yavaş yavaş, sırtüstü yüzerek yanımdan geçerken suda olmaktan ne kadar büyük haz duyduğunu gördüm yüzünde. Belki de bütün gün çalışmıştı. Eve gider gitmez, günü atmak ve serinlemek için, mayosunu giymiş buraya gelmişti.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Eve döndüğümde karanlık olmuştu. Elektrikler kesikti. “Bir mum yakmak karanlığa küfretmekten iyidir,” sözünü hatırlayarak bir mum yaktım ve ışığında duş alıp, ertesi sabah yaşamaya da ölmeye de hazır, erkenden yattım</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-60018781621323122502012-09-01T12:39:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.275-08:00Susma arkadaşı<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Köşe yazarı olmanın en güzel taraflarından biri (benim için, hiç olmazsa) tanımadığınız kişilerden aldığınız maillerdir. Kim olduğunu, nerede oturduğunu, ne iş yaptığını, kaç yaşında olduğunu, neye benzediğini, hatta cinsiyetini veya adını bile bilmediğiniz kişiler size yazar. Bazen birkaç cümle, bazen uzun. Bazen bir sürprizle* birlikte.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Mesajlar bazen gününüze bir ışık topu gibi düşerler, bazen bir havan topu gibi. Bazen birkaç mektupluk, bazen yıllar süren yeni bir gökyüzü arkadaşınız olur.<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">En iyi arkadaşlarımdan biri beş yıldan beri mailleştiğim profesör bir kadındır. Onu sadece bir defa, birkaç saatliğine gördüm. En sık mailleştiğim kişidir. Eminim arkadaşlığımız hayat boyu sürecek.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Geçenlerde aldığım bir mektupta bir kadın, “Sizin ruhunuz duymasa da siz benim susma arkadaşımsınız” diye yazdı.<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Daha önce duymadığım ‘susma arkadaşı” tanımlaması ilgimi çekti. Ne demek istediğini sordum.<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Şöyle cevapladı:</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Susma arkadaşı, kendinizi konuşmak zorunda hissetmediğiniz, konuşmadan ve bundan da rahatsız olmadan saatlerce vakit geçirebileceğiniz kişi. Birlikte, ama yalnız, bir anlamda. Birinin hemen yanınızda var olduğunu bilmek, hiçbir şey beklememek ve hiçbir konuda zorunluluk hissetmemek. (Böyle)... bir arkadaşım vardı. Hemcinsim. Bir araya geldiğimizde hiç konuşma ihtiyacı hissetmeden saatlerce zaman geçirebiliyorduk. Birimiz kitap okurken diğerimiz aylak aylak pencereden dışarıyı seyredebiliyordu. Birimiz televizyon izlerken diğerimiz başka bir şeyle uğraşabiliyor ve bundan da rahatsızlık duymuyorduk. Çok uzun yıllara dayanan arkadaşlığımız da yoktu. Konuşmak istense konuşacak tonla konu da bulunabilirdi.”</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Susma arkadaşı olduklarında bekar ve 28-29 yaşında imişler. Sonra evlenmişler, ayrı kentlerde yaşamaya başlamışlar ve susma arkadaşlıkları sona ermiş. Hâlâ bir araya geliyorlarmış ama artık buluştuklarında birbirlerine söyleyecek çok şey biriktiği için susmuyorlarmış.<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Konuşmayacak bir arkadaşı özlüyor muyum? Evet hem de çok özlüyorum. Özetle böyle. Öğleden sonraları çalışırken, sizden bağımsız bir hışırtı duyarsanız şaşırmayın, ben de oralarda bir yerde kitap okuyorumdur, sessizce.”<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Susma arkadaşlığı, ‘söz gümüşse sukut altındır’ın bir türü olmalı. Sadece özel, derin, arkadaşlıklar buna izin verir sanıyorum. Bunun özlenmesini anlıyorum.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ama hayatının büyük bir bölümü zaten suskunluk içinde geçiren biri olarak benim özlediğim susarak değil konuşarak birarada olmalardır.<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bir kelimenin doğru kullanıp kullanılmadığını sormak. Bir olayı tartışmak. Yeni çıkan bir filmi veya kitabı haber vermek. Tatil planları yapmak. Ne yemek pişirileceğini, hangi koya veya dağ yoluna gideceğini tartışmak. İltifat etmek.<br /> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Eş, yoldaş veya arkadaş olma durumunun kalitesini (ve ömrünü) belirleyen en önemli şeylerden biri konuşmadır. Konuşma biter, beraberlik biter. Yerini ‘susma arkadaşlığı’ almazsa, tabii.</div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif;">*(http://www.guardian.co.uk/music/musicblog/video/2012/aug/29/bob-dylan-duquesne-whistle</span>)</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-84881823582412286682012-08-24T20:00:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.294-08:00Bob Dylan: Zincirle gökyüzüne bağlı olmayan kuş<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Eğer kapı insan olsaydı Bob Dylan’ın sesiyle gıcırdardı. Ama, gıcırtı mıcırtı, Dylan eşsizdir. Pop şarkıcılarının en uzun nefeslisi, şarkı yazarlarının en üretkeni odur. Kimse onun kadar çok unutulmaz şarkı yazmadı. Beatles’lar bile. Yetmiş bir yaşında ama devamlı turnede. “Sonu Olmayan Turlar” diye bilinen bu turneler herhalde öldüğünde sona erecek; çünkü, kendi sözleri ile, “... gerçekten mutlu olduğum tek yer sahnedir.”<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Benim için klasik müzikte Mozart ne ise hafif müzikte de Bob Dylan odur. Yeri doldurulamaz, tek, eşsiz.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dylan “Hiç kimse özgür değildir, kuşlar bile zincirle gökyüzüne bağlıdır” diyor ama, kendi, kendi koyduğu bu kuralın istisnasıdır. Çünkü onu eşsiz yapan, diğer bütün şarkıcılardan ayıran özgür ve özgün olmasıdır.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">O, içinde sadece kendinin bulunduğu bir sınıftadır. All Along the Watchtower, Jokerman, Blind Willi Mctell, Lily Rosemary and the Jack of Hearts, Ring Them Bells, Mississippi, Dignity, Artur McBride, Workingman’s Blues, Red River Shore ve büyüleyici Mr Tambourine Man... Bu şarkıları kaç defa dinledim bilmiyorum.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dylan, 1960’larda, ABD, Vietnam savaşı ve zencilerin özgürlük mücadelesi ile çalkalanırken, New York’a gitti. Çocukluğundan beri gitar çalıyordu. Ağız armonikasını da öğrendi. Blues’tan başlayarak Amerikan halk müziğini adeta ezberledi. Fransız, çocuk dahi Rimbaud ve İrlandalı Dylan Thomas’ın şiirlerinden etkilendi.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">New York’ta, Greenwhich Village çevresinde, her gitarlı şarkıcının sahneye çıkabildiği kulüpler vardı. Tek kural şuydu: Seni dinlemek için susmazlarsa bir daha çıkamazsın.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Oralarda, başkalarının bestelediği halk şarkılarını okuyarak dikkat çekti. İlk uzun çalarında (1962), ikisi hariç, başka bestecilerin şarkıları vardı. Bir yıl sonra çıkan The Freewheelin, Bob Dylan’ın gitar ve ağız armonikasının eşliğinde kendi bestelerini okudu. Blowing in the Wind, Tambourine Man, A Hard Rain’s A-Gonna Fall, Don’t Think Twice, It’s All Right gibi şarkılarla birden bire dünyanın en popüler şarkıcıları arasına girdi.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Katıldığı açık hava protesto konserlerinde gençler ona doymuyor, ondan başkasını dinlemek istemiyordu.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Değişmekte olan çağın, zenci-beyaz protestocuların sembolü haline geldi. Ama kısa zamanda bu rolü reddederek yol değiştirdi. Gitar ve armonikayı bırakıp orkestra eşliğinde çalmaya başladı. Yuhalandı ama inat etti. Protesto şarkılarını kenara itip bin bir başka konuda şarkı yazmaya ve söylemeye başladı. Kendini, dar bir alana hapsedilmiş, protesto edecek bir şeyi kalmamış bir protesto şarkıcısı olmaktan kurtardı. İnsan olmanın acılarını ve tatlılarını yaşayan herkesin sesi haline geldi.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bütün zamanların en güzel pop şarkısı addedilen 1965 tarihli Like A Rolling Stone bu çağın ilk ürünlerinden biridir.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dylan neredeyse tamamen kendi yazdığı şiirlerden bestelediği şarkıları okuyor. Her CD’sinde muhakkak birkaç unutulmaz şarkı var. Onu tanımayanlar için belki de en iyi başlangıç, uzun bir dönemi kapsayan, Dylan adlı üç CD’lik kırmızı albümdür.* Albümde, ilk bestesi olan Song To Woody dahil, elli bir parça var.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Gelecek ay çıkacak Tempest adlı CD’sini sabırsızlıkla bekliyorum.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">* Veya: Bob Dylan/Tell Tale Signs/ Rare and Unrelased 1989-2006.</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-43756935440027239522012-08-23T21:14:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.261-08:00Bayramın son günü: İlk bakışta aşk<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bazen insan ilk bakışta bir eve veya araziye de aşık olabilir. Olmalıdır da. Bu günlerde ev almak isteyen birkaç arkadaşıma verdiğim öğüt bu: Aşık olmazsan satın alma. İnsanın hayatının büyük bir bölümünü geçireceği yer, dönmek istediği, içinde bulunmaktan mutluluk duyduğu bir yer olmalı. Odaları, dışarıyı içeri getiren pencereleri, resimli ve fotoğraflı duvarları, yemeklerin pişirilip yendiği mutfağı, müzik ve film dolu salonuyla insana huzur ve zevk vermeli. Sevilmeyen ev ağır bir yüktür. Bitli bir palto gibi sırtında taşır onu. Aynen sevilmeyen bir vücut gibi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İnsan aşık olmalı satın alacağı eve ve mümkünse, ev de ona aşık olmalı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yirmi seneyi geçti. Güneşli bir nisan sabahıydı. Geriye kalan tek menteşesinin üzerine yıkılmış, yağmurların eskitip gümüş para rengi verdiği bir kapıyı itip bir bahçeden içeri girdim. İncirin yanına kadar yürüdüm. Hava kokulu, ışık Akdeniz parlağı idi. Çevresinde beş on koyun, beyaz gömlekli bir çoban karşıma çıktı. Bir koyunun üzerinde bir güvercin duruyor, koyun nereye giderse onunla gidiyordu. İlk defa böyle bir şey görüyordum. Altı dönümlük toprağın sağ tarafı boydan boya servilerden bir duvardı. Arazinin sonuna kadar yürümeden kararımı verdim. “Alıyorum,” dedim beni oraya götüren kadına.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İlk bakışta aşık olmuştum ve aşkım o gün bu gündür azalmadan devam ediyor. Bu güne kadar beni sokakta bırakmadı. Her zaman yatağına aldı. Suyuyla yıkadı. Şömineleriyle ısıttı, pencereleriyle dışarının kokusunu içeri getirdi, manzaralar gösterdi. Kokum kokusuna, tozum tozuna karıştı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Arkadaşım bu evi ve dönümlerini ne kadar çok sevdiğimi bildiği için bir gün bana “Sen burayı ne satabilirsin, ne bırakabilirsin, ne de başka yerde yaşayabilirsin” dedi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ona bunun doğru olmadığını söyledim. Bana inanmadı. Tapusu bende ama, ta başından beri, bu yer bana bir sahiplenme duygusu vermedi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Hayat bir bulma ve kaybetme sürecidir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İnsan bir şeye ne kadar bağlanırsa o şeyi kaybettiğinde hissettiği acı o kadar büyük olur. Bu nedenle, Zen ustalarının öğütlediği gibi (yoksa bunu ben mi uydurdum) insan sevmeli ama bağlanmamalı. Sevdiği insansa, onu serbest bırakmalı. Hiç kaybetmemenin yolu, hiç sahiplenmemektir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Mala, paraya, şana şöhrete, nesnelere bağlanmak ise onları kaybetme korkusu içinde yaşamaktır. Her şey ödünçtür. Dinginlik veya dinginliğin başlangıcı, belki de, bu temel gerçeği kabul etmekle başlar.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İnsan her şeyin kiracısı olabilir ama hiçbir şeyin mal sahibi olamaz. Sadece giderken yanımızda götürebileceklerimiz gerçekten bize aittir. Onlar da bizimle geliyor mu, ya da biz bir yerlere gidiyor muyuz? Tanrı bilir</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-39536403163651896822012-08-22T21:15:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.257-08:00İsimleri isimlendirmek<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Lale, sümbül, çiğdem gibi “soğanlı” çiçeklerin vatanı yazların uzun, sıcak ve yağmursuz olduğu yerlerdir. Soğan, hem tohumdur, hem bitkinin yaşamını sürdürmek için besin depoladığı ambar, hem de yazın içinde uyuduğu yer. Sonbaharda, toprak ıslanıp soğuyunca, günler kısalınca, soğan uyanır, kök ve yaprak büyütmeye başlar. Bir gün yaprakların arasından, bir sapın ucunda, muhteşem bir çiçek çıkar. Anadolu’dan başlayıp, Azerbaycan ve İran’ı geçtikten sonra Orta Asya bölgesinde ta Çin hududuna kadar uzanan bölge soğanlı bitki cennetidir. En büyük bitki zenginliği, açık ara, bizdedir. Avrupa, soğanlı çiçekleri, Türklerin İstanbul’u fethinden sonra, oraya yolladığı elçiler aracılığıyla tanımaya başladı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"> </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Fatih’in Topkapı sarayında çalışan, bostanlarını eken ve şehrin meydanlarını çiçeklendiren 920 bahçıvanı vardı. Bu bahçelerdeki fazlalıklar, düzenli olarak, şehrin çiçek pazarlarında satılırdı. Bu bahçelerin sultanı lale ve sümbüldü. Çinileri, tabakları, sultanların giysilerini süsleyen lale çiçek aşığı Osmanlı hanedanının sembolü oldu.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Sultan II Selim, 1571’de, bu günlerde Suriye’de yerle bir edilmekte olan Azzaz’a ferman yollayarak 50.000 lale soğanı gönderilmesini emretti. Maraş dağlarından “50.000 beyaz, 50.000 gök mavisi” sümbülün sökülüp İstanbul’a yollanmasına dair Sultan III Murad imzalı bir ferman var.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Batılı elçiler, Taşkent, Semerkant, Buhara Türkmenistan, Baku ve Erivan üzerinden İstanbul’a gelen zambak, çiğdem, lale, sümbül, iris, düğün çiçeği, fritillari gibi batıda bilinmeyen çiçekleri Avrupa’ya yollamaya başladı. Ardından tüccarlar geldi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">15. Yüzyıl ortası ile 16. Yüzyıl ortası arasındaki yıllarda, Doğu’dan Batı’ya yollanan soğanlı çiçek miktarı bu tarihten önceki 2.000 yıl içinde yollananlardan yirmi misli fazladır.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bu bilgilere bayramda karıştırmaya başladığım The Naming of Names (İsimleri İsimlendirmek) adlı kitapta rastladım. Yazarı Tulip (Lale) adlı kitaptan tanıdığım Anne Pavord.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">The Naming of Names, bitkilere isim verme, cinslere ayırmanın tarihi olarak tarif edilebilir. Yüzyıllar boyunca batının en klas beyinleri bu işle uğraştı. Orta Asya’dan Batı’ya giden çiçek kervanı, yüzyıllar boyunca, çakılların üzerinden akan dere gibi, iz bırakmadan üzerimizden geçip gitti ve yükünü Batıya indirdi. Ne ilmini merak ettik, ne ticaretini yaptık ve ne de tarımını.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Biz şimdi bu çiçekleri ki çoğunun doğru dürüst Türkçe adı bile yoktur Hollanda’dan alıyoruz. Hollanda, Lale Devri diye bir devrin yaşadığı ülkemizi bir mevsim sonra çiçek vermeyen hibrit soğanlarla oyalıyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Türkiye söylemekten muhtemelen bıktırdığım gibi bitki zenginliği açısından dünyanın en zengin on ülkesinden biridir. Süratle yok olmakta olan bu servetin envanterini bile yapamadık. Yok oluşa en büyük katkıyı yapan da onu korumakla yükümlü politikacılar ve bürokratlardır. İstanbul Belediyesi Türkiye’nin kendi yerli lalelerini bulup çoğaltacağına hibrid lalelerle sokakları süslüyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bu, sınıf ve bölge tanımayan cehaletin, meraksızlığın, ilgisizliğin, duyarsızlığın ve zevksizliğin sebebi ne?</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Uyanış ne zaman?</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-58193498462490613102012-08-21T19:00:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.272-08:00Sadaka ile yaşayan kadın<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><i>Ozanköy</i><br />Bayramın birinci günü Bach dinleyip börülce ayıklıyorum. Acı badem ve kurutulmuş gülle tatlandırılmış çay içiyorum.<br /><br />Bir kelebek bahçeye açılan kapının camlarında çırpınıp duruyor. Dışarısını görebildiğine göre neden dışarı çıkamadığını, neyin kedine mani olduğunu anlayamıyor. Kalkıp kapıları açıyorum, bu defa salonun diğer ucunda, dağa bakan pencereye uçup onun camlarından dışarı çıkmayı deniyor. Geri dönüyor. Tam dışarı çıkacakken kapıdan ikinci bir kelebek giriyor. Bir süre eşikte zafer dansı yaptıktan sonra, o, kelebeklere has inmeli çıkmalı uçuşla, sessizliğin içinde uzaklaşıp gidiyorlar.<br /><br />İnce belli bir arı üst kata çıkan merdivende asılı aynanın arkasına çamurdan yuva yapıyor. İçine yumurtalarını koyacak. Oturduğum yerden ara sıra vızıltısını duyuyorum. Üst kattaki pencere sürekli açık olduğu için oradan giriyor ve çıkıyor.<br /><br />Vakit erken. Derin bir sessizlik var ve bu bayramın ilk gününün en çok sevdiğim yanı. Kimse çalışmıyor, kimse bir yere gitmiyor, kimse gürültü çıkarmıyor. Bach’ın (1685-1750) çello için yazdığı altı süitin sonuncu ve en şen olanını dinliyorum. Bach kadar dahi müzisyenler olsa bile artık böyle müzikler yazılamaz çünkü, o müziğin içine örülü, onun yaşadığı çağlara ait sükunet artık yok.<br /><br />Bu parçalar, muhtemelen, gençlik yıllarında, Bach’ın küçük bir prenslik olan Cöethen’de kappelmeister olduğu yıllarda yazıldı. Neden ve kimin için, belli değil. Beşinci ve altıncı süitler çello için mi yoksa başka bir telli çalgı için mi, o da muamma.<br /><br />Süitler ünlü İspanyol çellocu Pablo Casals tarafından 1920’lerde bulunup konserlerde çalınmaya başlanıncaya kadar, 200 yıl, unutulmuş, arşivlerde gömülü kaldı.<br /><br />Bach birçok müziksever tarafından yaşamış en büyük besteci sayılır. Hayatta iken, besteciden çok, usta bir org çalar olarak biliniyordu. Patronluğunu yapan prensler ve şehir yöneticileri, bugün, her biri birer şaheser addedilen bestelerinin değerini anlamadılar. Kıt kanaat geçindi. Arkada bıraktığı eşi, Anna Magdalena, uzun yıllar hayırseverlerin yardımı ile yaşadıktan sonra bir tür düşkünler evinde öldü. Ölüm defterine Almosenfrau olarak kaydedildi “Sadaka ile yaşayan kadın.”<br /><br />Hayat ortalama olanların tarafındadır. Sürüden kopanların çevresinde, her zaman, onları aşağı çeken bir sıradanlar konfederasyonu vardır. Sadece sanatta değil her sahada bu böyledir: Sıradanlık kraldır.<br /><br />İncirin üstünde, bayramın birinci günü olduğunu bilmeyen, tanrı var mı yok mu düşünmeyen, günahsız ve sevapsız, bir saksağan ötüyor. Bayılıyorum bu sese. Ama onlar bana bayılmıyor. Eve yakın ağaçlara beni bahçede görmedikleri zaman gelirler. Yüz sene burada beraber otursak bana alışmayacaklar.<br /><br />Dün sırtüstü yüzerken dönen leylekleri gördüm. Sürekli hareket halinde bir V biçiminde, tam üstümden geçtiler. 5, 10 dakika ara ile denizin üstünden üç grubun geçtiğini gördüm. Ben karşı buruna kadar yüzmeye kalksam herhalde yorgunluktan ölürüm onlar bir kıtadan diğerine uçuyor.<br /><br />Ara sıra, yerdeki yaprakları uçuran, serinliğini pencereden içeri sokan bir rüzgar esiyor. Sonbahar geliyor. Lütfen ayağını çabuk tut. Bu sıcaklar beni öldürecek!<br /></div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-49541805860856874312012-08-17T20:23:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.268-08:00Küçük rol yoktur<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">On yedi yaşındaki kızım Sara İngiltere’de tiyatro öğrenimi görüyor. Senede birkaç defa, okulda sunulmak üzere, bir piyes çalışıyorlar.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Geçenlerde, yeni sahneye konacak bir müzikalde ona verilen rolü küçük bulduğu için öğretmenine şikâyete gittiğini anlattı.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Öğretmeni onu dinlemiş ve “Küçük rol yoktur. Küçük aktör vardır” demiş.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bu lafa bayıldım.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Önemli olan rolün büyüklüğü değil ne kadar iyi yapıldığıdır.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Önemsenmeyecek kadar küçük rol yoktur. Küçük rollere küçük aktörler burun kıvırır. Büyük aktörler, büyük küçük rol ayırmaz, bütün rolleri mükemmel yapar. Küçük olsun olmasın, her rol mükemmellik talep eder. Büyük küçük, bütün parçaları mükemmel olan şey mükemmel olur.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Harika değil mi?<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Shirley MacLaine ile Debra Winger’in baş rollerini oynadığı Terms of Endearment filminde (1983) Jack Nicholson ayyaş, kadın düşkünü bir astronotu oynuyordu.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Unutulmaz bir karakter yarattı ve beş, on dakikalık rolü ile Oscar kazandı.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Milos Forman’ın 1984 tarihli Amadeus filmini klasik yapan şeylerden biri, “küçük” rollerdeki bütün aktörlerin birinci sınıf olmasıdır. İmparator Joshep II'de Jeffrey Jones, Sihirli Flüt operasını ısmarlayan Emanuel Schikaneder’i oynayan Simon Callow, Kappelmeister Bonno'da Patric Hines ve Count Orsini-Rosenberg’de Charles Kay harika idi. Unutulmaz birer karakter yarattılar.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ve birkaç gün önce yeniden izlediğim, daha az bilinen o inci: 1985’te gösterime giren Robert Mason, John Guilgud, James Fox ve unutulmaz bir öpüş sahnesinin kahramanı Cheryl Campbell’li The Shooting Party. Sadece İngilizlerin çekebileceği lezzette olan film 1913’te asillerin katıldığı bir av partisini anlatıyor. Sade ve abartısız bir keyif.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Küçük rol yoktur, küçük aktör vardır... Düşünecek olursanız bu söz sadece rol sahne için geçerli değildir. Bir iş ahlakının, hayat felsefesinin özetidir.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Küçük okul yoktur. Küçük öğretmen vardır. Küçük devlet yoktur. Küçük devlet adamları vardır. Küçük siyasi parti yoktur. Küçük siyasetçiler vardır. Küçük maç yoktur. Küçük futbolcular vardır. Küçük gazete yoktur, küçük gazeteciler vardır. Küçük banka yoktur. Küçük bankacılar vardır.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Shakespeare: “Bütün dünya bir sahnedir/ Ve bütün erkekler ve kadınlar birer aktördür” diye yazdı. Hayat sahnesinde oynanan, senaryosu olmayan bir oyundur. Acaba bu rolü oynayanlar için de “Küçük rol yoktur, küçük aktör vardır” denebilir mi?<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Ne oldu sonunda” diye sordum kızıma.<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Çok iyi oldu. Rolüm küçüktü ama en komik roldü. Herkes en çok bana güldü.”<br /><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Aristo “Mükemmellik bir alışkanlıktır” demiş. Umarım kızım bu alışkanlığı kazanarak ayrılır okulundan.</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-76118139161005544632012-08-10T20:58:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.289-08:00Kumlara basmadan denize girmiş olsan da yine gel<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bahçemde her mevsimde meyve var. Şimdi incir zamanı. Üç incir ağacım var. İkisi bir önceki ev sahibinden kaldı. Biri, asırlık olanı, ev kadar yüksek, diğeri duvar gibi geniş. Üçüncü incir evin batıya bakan duvarı ile bahçe duvarının kesiştiği yerde kendiliğinden çıktı. Temellere zarar vermemesi için onu kesip duruyorum ama yeniden, daha güçlü bir biçimde geri dönüyor. İtiraf etmeliyim ki bu kesme işini gönülsüzce ve yarım yamalak yapıyorum çünkü bu istenmeyen ağacın incirleri diğerlerinden daha geç olgunlaşıyor ve daha leziz. İncirlerin olmaya başladığı haberini kuşlar verdi. Kuşlar, nasıl derler, ağaçları kuşbakışı gördükleri için incirlerin yuvarlak, sert ve zehir gibi olma durumundan yumuşak ve tatlı olma durumuna geçişini benden daha iyi izliyor. Adem ile Havva’nın da farkına vardığı gibi, incir yaprakları iridir. Kuşlar ağaca konarken kanatları yapraklara çarpar, özellikle söz konusu olan saksağan, karga veya yabani güvercin gibi iri bir kuş ise, ta uzaktan duyulan bir yaprak çırpma sesi duyulur. O zaman incirlerin olgunlaşmaya başladığını anlarsınız.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Geceleyin yaprakları çırpan meyve yarasalarıdır. Eski Roma’da en önemli meyveler zeytin, ardından incir idi. Zenginler Roma dışındaki çiftlik tatil evlerinde bütün incir çeşitlerinden eker, olgunlaştıkları zaman yemeğe giderlerdi. Şimdi de aynı şeyi yapan zenginler var. İncir önemli bir besin maddesi olduğu için, bol olduğu zamanlarda, Roma, kölelerin ekmek tayınını beşte bir azaltılırdı. Gıda maddesi olarak o kadar değerli idi ki, eski Yunan’da en iyi kalite incilerin ihracatı yasayla yasaklanmıştı. Eski Romalılar inciri kutsal sayardı çünkü, mitolojiye göre, Roma’nın kurucusu olan Romulus ve Remus’u besleyen kurt bir incir ağacının altında dinlenirdi. Buda’nın da incir altında otururken aydınlandığı söylenir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Akşam üstü bir tabak kutsal incir topladım. En çok, ellisine yaklaşmış kadın memesi gibi yumuşamış, hafifçe sarkmış, üzerinde çizgiler belirmiş olanlarını seviyorum. İncir toplarken, eskiden arkadaşım olan bir kadın aklıma geldi. Ona bahçeden meyve toplamıştım.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Ben ağaçtan toplanan meyve yemem” dedi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Nasıl yani?” “Sadece süpermarketten alınan meyveleri yerim.” “Onlar nerden toplanıyor sanıyorsun?” “Biliyorum ama, işte öyle. Ağaçtan kesilen meyveyi yiyemem.” Bir başka kadını plaja götürdüğümde “Ben kuma basamam” demişti.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">“Neden?” “Basamam işte.” Çok kızmıştım. Zaten plaja gitmeden önce kavga etmiştik. Artık böyle şeylere kızmıyorum. Acayip veya acayiplik yapan bir insanla karşılaştığımda, “O da öyle” diyorum. Herkesi olduğu gibi kabul ediyorum, herkesin olduğu gibi olmaya hakkı olduğunu da. Buda incir ağacının altında otura otura aydınlandı, ben de incir yiye yiye, belki. “Gel” diyorum, “gel, ne olursan ol yine gel, “İster ağaçtan meyve yeme, “İster kuma basmayan ol, yine gel, “Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, “Yüz kere marketten incir almış, “Kumlara basmadan denize girmiş olsan da yine gel.”</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-64110652102360633862012-08-03T20:06:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.281-08:00Yapmaya üşenenler için yoga<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yeni bir yazar keşfetmek yeni bir aşk bulmak kadar ilginç ve heyecanlıdır. Hatta daha ilginç ve daha heyecanlı. Çünkü aşkların çoğu zamanla azalır veya biter, ama ilginç bir yazar keşfetmenin hazzı hiç kaybolmaz. Buzdolabındaki dondurma gibi, kitaplıkta, canınızın istediği an size tatmin vermek için hazır bekler.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İzinde iken yeni bir yazar keşfettim. Adı Geoff Dyer(*). Onu keşfim son çıkan iki kitabını eleştiren bir yazı ile başladı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Londra’da bir kitapçıdan Yoga For People Who Can’t Be Bothered To Do It (Yapmaya Üşenenler İçin Yoga) adlı gezi kitabını aldım. Aslında kitabı meydana getiren uzun yazılara gezi yazısı değil de gezilerde yazılmış yazılar demek daha doğru olur.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Birkaç sayfa okuduktan sonra orijinal, güldüren, entelektüel ve derin sezgileri olan bir yazarla buluştuğumu anladım. Kitabı elimden bırakamadım. Bu aşamada “keşif” kelimesi biraz iddialı olabilir. İlk kitabını sevdiğim bir yazarın bütün kitaplarını satın alıp okurum. Dyer’in on beş kitabından sadece üçünü okudum. Bu nedenle onu keşfetmeye başladım desem belki daha doğru olur.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ama bu yazı Dyer’in kitaplarına dair değil. Bizde Dyer gibi hiç yazar olmadığına ve olmayacağına dair. Bunun iki nedeni var.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dyer eksantrik, sıra dışı, isyankar, gezgin bir tiptir. Bizim “su küçüğün, söz büyüğün” toplumumuz böyle tipler için bereketli bir toprak değil. Görünüşe aldanma uzmanı olduğu için Dyer gibi tipleri esrarkeş, ayyaş, işsiz güçsüz serseri takımı olarak sınıflandırır, ayağının altına alır.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Halbuki sanatta ilginç iş yapanların çoğu sıra dışı, eksantrik insanlardır. Dyer gibi “Tek başıma kalmalıydım ki kendimi o kadar yalnız hissetmeyeyim,” diyebilen tipler.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bizde Dyer gibi yazarlar olmamasının ikinci nedeni basınla ilgilidir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dyer gerçi dört roman yazdı ama en iyi yazıları dergiler ve gazeteler için yazdığı uzun denemeler, incelemeler ve gezilerden alınan ilhamla yazılan yazılarıdır. Bizde yazarları veya yazar olmak isteyenleri bu tür yazılara özendirecek dergi ve gazete yoktur. The New Yorker, Rolling Stone, GQ vesaire gibi yazı başına on binlerce ödeyebilen isimlerden bahsediyorum.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bizde ne bu kalitede yayın var ne de bu tür yazılara talep.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Belki de hiç olmayacak. Çünkü kaliteli yayın için yüksek standartlara, kaliteli yayıncılara, editörlere ihtiyaç var. Ve bu tür yayınları satın alacak okuyuculara. Bizde bunlardan yoktur.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Burası yazmak ve okumakla aşk macerası yaşayan bir ülke değil. Entelektüel sığlığın ve başka bin bir türlü çözümsüz sorunumuzun nedenlerinden biri budur.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Kitap beynin bileği taşıdır.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Sizi bilmem ama benim mutluyum diyebilmem için günün bazı saatlerinde muhakkak iyi bir kitapla bir yerlerde kıvrılıyor olmam lazım. Bu bir ihtiyaç. Uyanınca, başını bir ruh yoldaşının karnına koyup ısıttıktan sonra güne başlamak gibi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">* http://geoffdyer.com/</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-9840904211273260422012-07-31T20:56:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.303-08:00Hey! Ben döndüm!<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><b><i>Ozanköy</i></b></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Tatil sona erdi. Aslında tatil sona ermedi. İzin sona erdi. Çünkü tatil yapmadım. Burada kaldım. Her zaman ne yapıyorsam onu yaptım: Yazdım. Ama bu defa gazete değil, kendim için.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Sıcak ve nem, insafsız bir ordu gibi, beni kuşattı ve “Teslim ol canını bağışlayayım,” dedi. Teslim oldum.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Sıcakla başa çıkmanın yolu fiziki aktiviteyi en aza indirmektir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Sabahları saat sekiz civarında kalktım, mayomu giyip köyün plajına gittim, yarım saat kadar yüzüp geri döndüm. Daha sonraki saatlerde yüzmek, sıcakta ılık banyo almak gibi. Yaz ilerledikçe Akdeniz sahilleri serinliğini kaybetti. En geç dokuzda, kumların üstünde can çekişen bir hamam suyu var.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bahçede duş alıp giyindim. Kahvaltı yaptım. Bilgisayarın önüne oturdum. Saat üç civarında kalktım. Yemek yedim. Uyudum. Kalkıp çay içim. Akşam oldu. Bazen haberleri izledim, bazen izlemedim. Bardaklarca soğuk su içerek kitap okudum veya film seyrettim. Sonra bütün günlerin sona erdiği yere, yukarıya, klimanın serinlettiği odaya, uyumaya gittim.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dün aşağı yukarı aynı idi, yarın farksız olacak.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Heyecanlı, değil mi? Geoff Dyer adlı İngiliz yazar diyor ki: “Hayat en çekilmez olduğu zaman bile çekilebilir: Korkunç olan, hayatı çekilmez yapan budur.” Hayatınız ne kadar sıkıcı olursa olsun, ne kadar dibe vurursa vursun, ona tahammül edersiniz, demek istiyor herhalde. Çekilmez hayat diye bir şey yoktur. Hayat çekilmez değil vazgeçilmezdir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ne diyorsunuz? Bence doğru söylüyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İnsan, her duruma, en çok kendini şaşırtan bir hızla, uyum sağlar. Bugün zenginsiniz, yarın, “Hayat en çekilmez olduğu zaman bile çekilebilirdir,” diye mırıldanarak sokaktan izmarit topluyorsunuz. Çareniz yok. Hayattan başka hayat yok. Hayatta alternatifi olmayan belki de tek şey hayattır.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ben niye böyleyim, diye hiç düşündünüz mü? Ben nasıl ben oldum da başka biri olmadım? Beni ne ben yaptı? Geriye dönmek, hayatınızın bütün anlarını bir doktorun röntgen filmini incelediği dikkatle incelemek, bu soruların cevabını bulmaya çalışmak istediniz mi? Ben istedim. Aslında, iznimi bunu yapmaya çalışarak geçirdim.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dünyaya insan olarak gelmek, kainat gibi, bir günün bir anında bir yerlerde, yoktan var olmak, en büyük ve en az incelenmiş muammalardan biridir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Muamma içinde muamma içinde muamma.</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-49330542961046494472012-07-13T20:17:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.267-08:00Deniz yatak, su yorgan<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><i>Karakum</i></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Elli kadar kulaç atıp yüzümü karaya çevirince kumsalda, ayakta sohbet eden Rus kadınları ve çevrelerinde oynayan çocukların yanına, biri erkek diğeri kadın, iki kişinin geldiğini gördüm.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yüz yüze, yakın duruyorlardı. Adam tişörtünü sonra cinini çıkardı ve mayosuyla... Hayır, donuyla kaldı. Kadın cininin düğmesini çözdü ve eli düğmesinde durdu. Adam ona, o adama bir şeyler bir şeyler söylüyordu.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Buraya daha çok çalışan insanların aileleri gelir. Giyinik suya giren kadınlar ve kızlar var. Kadın bunlardan biri midir, diye düşünürken cinini indirip çıkardı ve yere attı. Altından beyaz külotu çıktı. Sırtını denize döndü. Adam ona bir şeyler söylemeye devam etti. Kadın yüzünü tekrar denize döndü ve tişörtünü çıkardı ve sutyen, külotla kaldı. El ele tutuşup denize girdiler.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Acayiplikler bitmiyor, diye düşündüm. Kimisi giyinik girer, kimisi sutyen don.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bikinili, boneli bir kadın kayalardan yavaş yavaş suya girdi ve acelesiz kulaçlarla olduğum yere doğru yüzmeye başladı. Bazen, kadınlar, hiçbir şey yapmadan yakınlarında bulunmamanızı istediklerini size hissettirir. Ona yer açmak için birkaç kulaç atıp yolunun üzerinden uzaklaştım.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yüzümü tekrar karaya dönünce iç çamaşırlı kadınla erkeğin dört beş adım yürüdükten sonra kayalara yakın bir yerde duruyor olduklarını gördüm. Denizde sevişen insanların pozisyonunu almışlardı. Kumların üzerinde Rus kadınları, sırtları onlara dönük, konuşmaya, çocukları çevrelerinde yüzüp oynamaya devam ediyordu. </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Kadınla erkek bir süre sonra ayrıldı. Kadın eliyle erkeğin yüzüne dokundu. El ele tutuşup dışarı çıktılar. Deniz yatak imiş gibi içine girmişler, suyu yorgan gibi üzerlerine çekip sevişmişlerdi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Dışarı çıkar çıkmaz elbiselerini ıslak iç çamaşırlarının üzerine giydiler. Erkek ayakkabılarını giydi. Kadın suya girip ayaklarını yıkadı. Erkek ayakları yeniden kumlanmasın diye onu kucağına alıp merdivenlere götürdü. Kadın, ayakkabılarını onun kucağında iken giydi ve ayağa kalktı. El ele tutuşup merdivenleri tırmandılar. Arabaya binerler sandım ama yanıldım. Sıcak öğle güneşinin altında, yavaş yavaş yürüyüp arabaları geçtiler ve toprak yolda görünmez oldular.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Harika, diye düşündüm. Başka yerleri olmadığı için denize gelmişler, utanmadan sevişmişler, sevişmeleri biter bitmez gitmişlerdi. Denizden, onları gizlemek dışında istekleri yoktu. Muhtemelen ikisi de yüzme bilmiyordu. Yüzmeye çalışmamışlardı bile.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yanımdan şarıltılarla birisi geçti. Bu her gün koyu bir uçtan bir uca yüzen yaşlı Almandı. İki kulaçtan sonra, az saçlı başını sudan çıkarıyor, ağzıyla sesli bir biçimde hava alıp veriyordu. Bir fok balığı kadar rahat, denizden kayaların üzerine çıktı ve dikildi. Yaşı belirsiz bikinili, boneli kadın ayakta onu bekliyordu. Çantasından bir havlu çıkartıp uzattı. Adam kurulandı. Kayaların üzerinde yavaş yavaş yürüyerek, konuşmadan park yerine yöneldiler.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Koyun diğer ucuna doğru yüzmeye başladım. Su serin ve sakindi. Denizle, dağla, kumla, kumdaki kadınlar ve çocuklarla beraber güneşin yakıcı aydınlığında idim ve hepimiz, bu aydınlıkta ocak kenarı bulmuş bir kedi kadar rahattık.</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-39571643866621827752012-07-06T20:17:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.258-08:00YERE DÜŞEN KADIN<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><i>VİYANA </i></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Çaycıdan, Mozart Cafe’de kahve içip Sacher Torte yedikten, kitap okuduktan ve garsonla muhabbet ettikten sonra hesabı ödedim ve kalabalık caddeden St Stevens Katedrali’ne doğru yürümeye başladım. Sıcakta cadde, dünyanın herhangi başka bir şehrinde satın alınabilecek markaları satan dükkanlarla ve dünyanın herhangi bir başka başkentinde görülebilecek turistlerle doluydu. Yıllarca önce bir Avusturyalı kadının peşinden geldiğim sakin, yaşlılarla dolu şehir kalabalıklaşmıştı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Birdenbire karşıdan gelen kadın yanımdan geçerken yere düştü. Başının sekiye çarpışının sesini dudum. Vücudu kasıldı, titremeye başladı. Titreyen kollarının adaleleri ağır bir şeyi sımsıkı kavramış yukarıya kaldırmaya çalışıyormuş gibi kasılmıştı. Başı geriye doğru kaykılmıştı. Gözleri kapalıydı. Dişleri sıkılmıştı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Tertemiz, şık giyimli, makyajlı ve çok gençti. Belki yirmilerinde. Çantası hala kolundaydı. Belli ki herkes gibi o da öğleden sonranın keyfini çıkarmak için buralara gelmiş, beklemediği bir anda bir nöbete yakalanmıştı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Caddelerde yürüyen, gülen, el ele tutuşan, dükkanlara girip çıkan, vitrinlere bakan, kahvelerde oturan binlerce insan vardı. Bir tek o yere uzanmış, cereyana yakalanmış gibi sarsılıyordu. İçimde inanılmaz, tarif edilemez bir kasvet duydum ve dehşetli bir acıma duygusu. Yaşam sevincim, anında, avcı görmüş keklik sürüsü gibi yok oldu. Bakmaya devam edemedim. Başımı çevirip, ona bakmamaya kendimi zorlayarak, yoluma devam ettim. Orada dursaydım başım dönecek ben de yere düşecekmişim gibi geldi bana. Kadının başında bir adam vardı arkamda kalmaya başladıkları zaman ve bir başka adamla konuşurken cep telefonunun düğmelerine basıyor, belki bir ambulans çağırıyordu. Daha önce bu durumla karşılaşmış gibiydi, belki de düşmeden önce kadının yanında yürüdüğü adamdı, kocası veya sevgilisi. Belki sadece önüne kadın yıkılmış soğukkanlı biri. Yürüdükçe, sağlı sollu gidip gelen kalabalıklar ve dünyayı hastalık gibi sarmış markalar, ucuz satış ilanları, kafelerde oturanlar kasvetimi artırdı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Katedralin duvarlarında da ilanlar vardı. Ağır kapıları iterek içeri girdim ve bir başka kalabalıkla karşılaştım. İnsan boyundan uzun demir parmaklıklar sıraların olduğu bölüme girmeyi engelliyordu. Turistlere, kapılarla demir parmaklıklar arasında küçük bir alan ayrılmıştı. Sağda birkaç dua sırası vardı. Orada bazıları kürsünün olduğu yere değil kilisenin sağına bakarak dua ediyordu.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">İçimdeki kasvet derinleşti. Katedral tapınak olmaktan çıkmış herhangi bir turistik mekan olmuştu.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Müzeye kadar yürüyüp Breugel’leri görmek niyetindeydim ama vazgeçtim. Taksi durağına yürüdüm. En öndeki taksiye bindim ve otelin adını verdim. Bu şehir artık bana göre değil. Onu eskiden gördüğüm gibi görmemiş, ilk defa şimdi olduğu gibi gören ve seven insanların oldu. Belki artık hiçbir şehir bana göre değil.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Belki de kentlerden ve kalabalıklardan tamamen vazgeçmenin zamanı geldi. Faroe adalarına gitmeliyim, okyanusların ücra yerlerine, rüzgarların estiği dağlara, yorgun balıklarla çevrili denizlere, bitmeyen yağmurlara.</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-70285686337583510682012-07-06T10:50:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.286-08:00Gülnar’ın bahçe rehberi<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Kendi bahçesinde çiçek veya sebze yetiştirmek kadar insana zevk veren az şey var. Birçok insan, toprağa basamadığı, bu zevkten mahrum olduğu için mutsuzdur ama nedenin bu olduğunun farkında bile değildir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Toplayarak ve avlanarak yaşayan atalarımızdan uzaklaştıkça mutsuzluğa ve yıkıma yaklaşıyoruz. Uygarlığın, gıdaya ve eğlenceye kolay ulaşımın, dükkanlarında her şeyin bulunduğu kentlerin bedeli çok büyük.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Gülnar Önay İstanbul’da sanat galerisi yönetirken bu bedeli ödemekten bıkıp kaçtı. 1996’da Bodrum’a yerleşti. Kendini bahçe işlerine verdi. İşin ehli olduktan sonra bahçe konularında kitap yazmaya başladı. Çoğu, bir zamanlar kendisinin de olduğu gibi yeni başlayanlara yol gösteren bu kitapların sonuncusu yeni çıkan Organik Bahçe Rehberi’dir.(*)</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Kitap, benim gibi, yapay gübre, kimyasal ilaç ve genetiği değiştirilmemiş tohum kullanmadan sebze yetiştirmek isteyenler ama bunu nasıl yapacağını bilmeyenler için çok iyi bir rehber.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Başlangıç bölümünde, dikimin yapılacağı yerdeki iklim, toprak özellikleri, toprağın nasıl zenginleştirileceği, bahçeye yararlı yaratıkların nasıl çoğaltılacağı anlatılıyor. Son bölümde ise sebze ve otlar teker teker ele alınmakta, amatör bahçeciye faydalı bilgiler verilmektedir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"><br /></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bol resimli kitap, anlaşılması kolay bir dille, domatesten enginara, biberiyeden kişnişe, birçok mutfak sebze ve otun nasıl yetiştirileceğini anlatıyor. Ve yararlı tüyolar veriyor. Bunlardan biri “Sebze bahçenize ihtiyacınız kadar bitki dikin,”dir. Yoksa, birdenbire ne yapacağınızı bilemediğiniz miktarda kabak veya patlıcan sahibi olabilirsiniz.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ama ihtiyacınız kadar bitki nedir? Bunu yazmıyor, maalesef. Ölçüyü tutturamayan benim gibileri için bu bilgi çok yararlı olabilirdi.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Eksik ya da gerektiği kadar ayrıntılı olmayan bir başka bilgi, dikim zamanıdır. “Bulunduğunuz yöreye göre kuzeyden güneye doğru, mayıs nisan ayları dikilir,” yeteri kadar spesifik değil. Örneğin, Akdeniz bölgesinde domates hangi ay dikilmeli? Eğer ürün toplama süresini uzatmak istersem, hangi zaman aralıklarıyla dikim yapmalıyım? Bu bilgiler bölgelere, hatta illere göre, tablo halinde verilse çok yararlı olurdu.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Ama en büyük eksiklik endeks olmamasıdır. İnkılap gibi eski bir yayınevinin bu kitabı endekssiz basması affedilir bir ihmal değil.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Umarım bu eksiklik, birçok baskı yapacağından emin olduğum kitap yeniden matbaaya gönderilmeden giderilir. </div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bunun dışında, ellerini toprakla kirletmek, mutfağında işini kendi görmek isteyenler için mükemmel bir başlangıç.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;"></div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">(*) Yeni Başlayanlar İçin Organik Sebze Bahçesi: Organik Bahçe Rehberi. Gülnar Önay. İnkılap.</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1932010491608841888.post-82083821933252851022012-06-30T05:14:00.000-07:002012-11-13T10:05:06.292-08:00İrem Barutçu’nun Nail’i<div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Türkiye’de iktidar adamı yakar. Onu yakalamak isteyenler, yakalayanlar, onu kullanarak zengin olanlar, onu kullananlara hizmet ederek yaşayanların geleceği belirsizdir. Bu gerçek Ertuğrul Gazi Söğüt’e yerleştiğinden beri değişmedi ve değişmeyecek.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Nedeni de hiç değişmedi. Türkiye hiçbir zaman bir hukuk devleti değildi ve olmadı. İktidardakiler yasalara tabi değildir. Yasalar iktidardakilere tabidir. Yargı kisvesi altında yargısız infaz normdur.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Keçili ailesi de Türk milletine bir türlü anlayamadığı bu gerçeği zorla anlatmak için, üç kuşaktır yanıyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Bu yanışın öyküsü Türkiye’nin en iyi araştırmacı biyografi yazarı olduğu kesin olan İrem Barutçu’nun yeni kitabında(*) ilk defa anlatılıyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yıldırım aynı yere üç defa düşmez derler ama Keçililerin üstüne düştü.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Keçili ailesinin tarih sahnesine çıkan ilk ferdi olan Yenibahçeli Nail yıkılışın kaos yıllarında İttihat ve Terakkici, komitacı oldu, Osmanlı’nın MİT’i olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularındandı. Bin bir macera yaşadı. Atatürk’ü öldürmek amaçlı İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla yargılandı ve 1926’da Ankara’da asıldı. Bu asılışın öyküsü kitabın en dramatik bölümlerinden biridir.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Onun kadar dramatik olan kurulan mahkemenin yargı tarihimizin en utanç verici örneklerinden biri olmasıdır. Mahkemenin hapis kararına itiraz eden iki kişiyi yargıç birkaç dakikada idama mahkzm etti ve darağacına yolladı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Yenibahçeli’nin oğlu Nadir Nail (1907-1961) müteahhit oldu. Büyük paralar kazandı ve o zamanların en güzel kızlarından biri ile evlendi. Bir süre, Eczacıbaşı, Dinçkök, Polatkan gibi ailelerin kaldığı Şişli’deki Çiftkurtlar apartmanında masal gibi bir hayat yaşadı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Nadir Nail Demokrat Partili idi ve şimdiki birçok müteahhit gibi, birçok ihaleyi iktidara yakınlığını kullanarak alıyordu. DP 1960’ta devrilince askeri rejim tarafından iflas ettirildi. Karısı onu terk etti, ortağı onu dolandırıldı, borçlarını ödeyemez oldu. Bir sabah ipi boynuna geçirip intihar etti.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Cenazede, daha sonra Türk reklam aleminin imparatoru olacak olan oğlu 13 yaşındaki Nail’in pabuçlarını çaldılar. Çocuk, Şişli’deki eve taziyeye gelen yaşlı bir kadının masadaki gümüş sigara tablasını alıp cebine attığını gördü. Sert üvey babanın evine taşındı ve çok geçmeden okulu bırakıp iş hayatına atıldı.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Nail Keçili sektörün yarıdan fazlasını elinde tuttuğu reklamcılıktan büyük bir servet kazandı. Uçaklar, yatlar, yazlıklarla göze kıskanılan bir zengin hayatı yaşamaya başladı. Playboy patronu Hugh Hefner gibi güzel mankenlerle çevrili idi. Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, gazete patronlarının dostu oldu. Yıkılışını hazırlayan da bu oldu. Tansu Çiller’in reklamcısı olunca ANAP’lıları kızdırdı ve muhtemelen bu yüzden, 2001’de kendini banka soygunlarına karıştığı iddiasıyla dedesinin asıldığı hapiste buldu. Babası gibi her şeyini kaybetti.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Nail Keçili bütün davalardan beraat etti ama devlet ne ona servetini iade edecek ne de itibarını.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Barutçu’nun beş yıllık titiz bir araştırma ürünü olan kitabı sadece üç talihsiz hayata değil Türkiye’nin üç talihsiz dönemine de ışık tutuyor.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">Benzersiz bir öykü, benzersiz bir kitap.</div><div style="font-family: "Trebuchet MS",sans-serif; text-align: justify;">(*) NAİL Keçili Ailesi’nin Üç Kuşak Trajik Öyküsü/ Destek Yayınevi</div>pinhanhttp://www.blogger.com/profile/12964572806282265051noreply@blogger.com0